Artık Bir Masal Tadındadır Tarsus



NUR TOPU GİBİ TURİSTLERİMİZ OLACAKTI

Evet, nur topu gibi turistleri olacaktı Tarsus’un da… Neredeyse otuz yıldır tek hayal, ‘Özenilen Küme’ içine girebilmekti. Turizmin o lezzeti dillere destan pastasının bir dilimini de Tarsus alacaktı. Yıllar geçti aradan, ha oldu ha olacak diye konuşup durduk, ama nafile! Son umut, Tarsus Kazanlı Bölgesindeki yatırım tahsisleri de iptal edildi. ‘Heves’ bir kez daha hiçbir yere kıpırdayamadı. Ve korkarım ki bir süre daha kursaklarda öylece kalacak.
Söylediklerimi ve bundan sonra söyleyeceklerimi 1993 yılından bu yana turizm isteğinin dillendirildiği mekânların içinde, dibinde ve en yakınında biri olarak söylüyorum. Yabana atmayın, çünkü yabancı değilim olanlara. Ama ben bile Tarsus’taki turizm anlayışına yabancılaştım artık. Aykırılaştım. Geçmişte üstlendiğim bütün görevlere ve aldığım tüm pozisyonlara rağmen şimdi bu işlerin çok uzağına düşmüş görüyorum kendimi. Havsalamı uzak tutuyorum hatta. Tarsus turizmi üzerine hazırladığım “Yükselen Turizm Pazarının Son Gözde Prensi; Tarsus” adlı kitaba virgül koydum bu yüzden. Nicedir yüzüne bakmıyorum. Zira sıkıldım olup bitenden. Daha doğrusu olamayanlardan!
Aslında turizm kavramı gün geldi il olma, fakülte oluşturma ve üniversite kurma gibi Tarsus’un köklü ve öncelikli sorunlarının önüne dahi geçti. Bu anlamda hakkını yememek lazım. Bilinçsiz faaliyet görüntüsüne rağmen turizm kelimesi dillere pelesenk edildi en azından. Bu sayede Tarsus’un çocukları yirmi yıldır turizm hayaliyle büyüyebiliyor artık. Ama hala projeler eskiz ve konuşma metni halinde eski hamamlarda yerli yerinde duruyor. Sadece yerel gayretlerle birlikte eski taslarda biraz olsun değişim var. Birkaç butik otelin, Kırkkaşık Bedesteninin ve Hz. Danyal makamının yenilenmiş halleri yerinde ve önemli adımlar. Tarihi çevrenin kısmen iyileştirilmesine rağmen ziyaretçi beklentilerinin hala dikkate alınmaması akıl alır gibi değil...
Hatırlıyorum, turizm toplantıları oldukça heyecanlı geçerdi eskiden. Herkesin söyleyecek o kadar çok şeyi vardı ki, saatler sürerdi salonlardan ayrılmak. Hele Kazanlı Projesi gün yüzüne çıktığı günlerde heyecan doruklardaydı. Bir hafta turizm nimetleri içinde yüzen kentlere, diğer hafta Tarsus’un bakir turizm potansiyeline bakıp bakıp hayıflanma seansları yaşanırdı. Yasak savmak için savrulur dururdu düsturlar. Zaten konuşa konuşa o koltuklarda yaşı kemale erdi protokolün ve de sivil toplum ümerasının. Konunun mazisi o kadar geriye uzanıyor ki, mevkiler ve dosyalar bir sonraki jenerasyona devredildi hep. Emanetçi gibiydik yani bir yerde. Anlayacağınız turizm dileği babadan oğula veya anadan kıza miras kalabiliyor Tarsus’ta. Tabi bu kısır döngüde turizmle uğraşanların hiç de turizme ihtiyacı olmayanlardan ve anlamayanlardan kurulu olmasının garipliği içinde de boşa akıp gidiyor zaman.
Oysa koşar adımlarla nice turizm hamlesi geçti Tarsus’un üzerinden. Yeryüzünün her yanında sektör önlenemez bir yükselişle yoluna devam ederken turizmin yetim çocuğu kategorisinden ayrılmamaya yemin etmiş görünen Tarsus hala yerinde sayıyor. Dünya Turizm Örgütü sürekli hedeflerini aşan rakamlar açıklıyor oysa. Tarsus’ta ise şifa niyetine ne bir istatistik ne de sağlıklı bir anket bulabilmek mümkün değil. 2012 için de, 2013 için de yine dünya hedefleri aşılmış ve 1 milyarın üzerinde insanın dolaşımı telaffuz ediliyor artık. Doğal olarak birkaç yıl öncesine kıyasla % 3,8, 10 yıl öncesine göre % 50 artış gösterdiği anlaşılıyor. Yerinde duran bir turizm markası için bu sonuçlar makasın giderek daha fazla açılmasından başka bir anlam ifade etmiyor sanırım. 
Hüseyin Adıbelli
Aratos Dergisi, S. 69. syf; 33-36. 2015.
.......................................................
ORADA BİR KENT VARDI! 


İki asır önce Çukurova’nın ortasında, Akdeniz ile Toros Dağları arasında yer alan stratejik bir kent olarak tanımlanan Tarsus, ne yazık ki günümüzde iki büyük şehrin ezdiği kadim bir ilçe merkezidir. Öte yandan Mersin-Adana karayolu üzerinde üç yüz bine yaklaşan nüfusuyla ülkenin en büyük sanayi ve tarım alanlarından biridir. Osmanlı dönemi sonlarına doğru atılan modernleşme adımları özellikle tarım alanında bölgeyi zenginleştirdiği gibi günümüze kadar sanayi üssü olmasında önemli katkılar sağlamıştır. Ancak son dönemde artık bu özelliği sekteye uğramış ve sanayi yatırımları durma noktasına gelmiştir. Geçmişte elde ettiği hinterlantının mirasıyla yetinmek zorunda bırakılmanın dışında, büyük bir metropole ve eski bir başkente yakışmayacak şekilde içe dönük bir ekonomi izleyerek, topraktan aldığı verimi sanayiye dönüştüren özel sektörün çabalarıyla ayakta durmaya çalışmaktadır.
Son yıllarda sanayi ve tarım alanında dışa açılmayı bir parça sağlamışken, çoğu ulusal ve uluslar arası politikalara bağlı olarak bu sektörlerde çok kan kaybetmiştir. Ekonomik dönüşümün zayıflamasına bağlı olarak birçok avantajını yakınındaki kentlere kaptırmış, özellikle kültürel anlamda bu kentlerin etkisi altında kalmıştır. Zaten yurt genelinde olduğu gibi, Tarsus’ta da 1950’li yılların başından itibaren tarıma dayalı üretiminin sanayi üretimine kaymasının getirdiği belirli bir nüfus hareketlenmesiyle “kalabalıklaşan” ve büyük bir değişime uğrayan Tarsus bu son krizlerle kimliğini de koruyamaz hale gelmiştir.
Bu kalabalıklaşma hareketinin yüksek ivme kazandığı 1950’li yıllardan 1970’li yıllara kadar Tarsus ekonomisindeki gelişmeler, istihdam gereksiniminin bir ölçüde karşılamış olduğunu göstermektedir. Ancak 1970’lerde tarıma yansıyan olumlu gelişmeler sonrasında  mevsimlik göçler engellenememiştir. Daha sonraki yıllarda ise, bu geçici göçler yerleşerek kentin dışında hızla, “Göç Semtleri” oluşmaya başlamıştır. Hazırlıksız yakalanan mahalli idareler zaman zaman insani, zaman zaman da oy beklentileri karşısında ilk anda masum gibi görünen bu hareketlenmeye seyirci kaldıkları görülmektedir.
Başlangıçta bu nüfus dengesinin hızla değişmesi, diğer bölgelere oranla daha az bir zararla atlatılmış görünmekle birlikte, bunda tarım sirkülasyonunun yoğunluğu etkili olmuştur. Yılda birkaç defa alınan ürünün dengelediği iş gücü, göçlerin artarak devam etmesiyle yerini işsizliğe bırakmış, dolayısıyla da bölüşümde büyük dengesizlikler yaratmıştır. En kötüsü de, planlı kentlerin oluşmasında önemli bir faktör olan katma değer düzeyinin azalmasına neden olmuştur ki, bunun günümüze yansıması gelişi güzel alanlarda çarpık yerleşmeler sonucu altyapısız ve sağlıksız bir yaşam biçimidir. Kırsal kesimden gelen bu eğitimsiz göç, tüm kentlerde olduğu gibi, Tarsus’ta da mevcut kültürü yozlaşmaya sürüklemiştir. Geldikleri yerlerdeki yaşam tarzının terk edilmemesi yüzünden birbirinden kopuk, ancak kendi içlerinde sıkışık yeni yerleşmeler oluşturan bu topluluklar kentlilik bilincinden çok, akraba bilincini canlı kılmıştır. Küçük adalar halinde yaşayan insanların tüm gereksinimlerini yine bu dar alanlarda karşılamış olmaları da tam anlamıyla kentten kopmalarını sağlamıştır. Bugünde Tarsus’un en büyük sorunu olmayı sürdüren gecekondu bölgeleri, ilk oluşmaya başladıkları 1970’li yıllardan bu yana neredeyse üçüncü kuşağa ulaşmalarına rağmen, özellikle kültürel alanda hiç bir katkı yapmadıkları açıktır.
Kısaca Tarsus,  21. yüzyılda nüfusunun çoğunluğunu işsizliğe terk ederek artışı hiç de hazmedemediğini ortaya koymuştur. Kendine, daha doğrusu yeni kentine yabancı yaşantıları içinde çabuk öğütemediğinden, her alanda tek dil konuşulmasını da sağlanamamıştır. Üstelik çok farklı kültürlerin kopuk ve zayıflığı diğer çoğulcu bir kültürün baskısı altına girerek, ne yazık ki, çözümü uzun zaman alacak ezilmişlik kompleksi doğurmuştur. Adeta içi boşaltılmış bu kent, 15. 19. ve 20. yüzyılın hemen başında yaşanan göçlere gösterdiği kaynaşma örneğini henüz bu yüzyıl sonunda gösterebilmiş değildir. Orta Çağ karanlığında görülen bazı olayları bilgi çağında iletişim ve bilgi eksikliğiyle ne yazık ki çözüme kavuşturmak daha zor olmaktadır. Bugün “Tarsusluyum” diyememenin ya da demekten kaçınmanın yaşadığı başıboş bir aidiyet duygusu hakimdir. 

Hüseyin Adıbelli
Gara Dergisi, s.1. 2001. Adana
..............................................

Geçmişten Geleceğe



Modern yaşam koşullarının geçmişe ait ne varsa teker teker görüş açımızdan çıkarıyor olmasını sürekli şikayet eder olduk ..! Üstelik suçu modern koşullara yükleyip aradan sıyrılmaya çalışıyoruz. Fakat sonuç ne olursa olsun birkaç kuşak önce yaşama eşlik eden nesneleri çok kolay yitirdik bir kere. Üstelik yitireli çeyrek yüzyıl bile olmadı. Ortak duygu ve alışkanlıkların paylaşıldığı alanlar büyük ölçüde silindi. Şimdilerde yerine koşul olabilecek herhangi bir alternatif bulamıyoruz. Hem yerel, hem ulusal, hem de evrensel kimlikler teker teker yok olurken toplum yapımız neredeyse homojen hale geliyor. Bir başka deyişle bu karşı konulamaz süreç yaşadığımız bu dönemi ahengi, renkleri ve esnekliği kaybolmuş katmanlara dönüştürüyor. Yine her alanda "azgelişmişliğin" olumsuz ve ümitsiz kırılmaları topluma en sert şekilde yansımakta. Özellikle de en zayıf alt kesime olan baskısı kırılmaların en şiddetli olanı. Yine aynı noktada esneklik, tolerans, hoşgörü gibi alçak gönüllülük isteyen ortamları bulabilmek neredeyse imkansız hale geldi.
Toplumbilimcilerin konu üzerine yönelttiği ortak görüş ise, ‘değerlerin hızla eriyip yok oluşu, etkenlerin karşıt doğurup zıtlaşmasıyla bağlantılı bir sürecin işlerliğini’ savunuyor. Tıpkı Orta Çağ Anadolu'sunda sermaye ve nüfus birikiminin sürekli tutucu unsurlara yardım ettiği benzer bir dönem yaşıyoruz. Bugünün koşulları da aynı amaca hizmet ediyor ve toplumsal dönüşümler değer yargılarını, kamusallığı, kısaca yerleşik değerleri istenmeyen kanallara yöneltiyor. Tabi bunda iç etkenler kadar dış etkenler de önemli rol oynuyor; özellikle küreselleşme ve teknoji için mecbur olunan uluslararası sistemlere entegrasyon, körükleyici unsurlar olarak hemen dikkat çekiyor.
Buradan geriye dönüş şimdilik zor gibi; dibe vuruş gerçekleşmeden yeni bir model ya da prototip üretme olasılığı hayli zayıf görünüyor. Çünkü toplumun yapıştırıcı unsurları görevini yapmaktan uzak ve dolayısıyla her şey dağınık duruyor. Halbuki bundan en fazla yirmi ya da otuz yıl önce toplumun bireyden, bireyin de toplumdan ayrı durması imkansızdı. Bu da, çözülmeleri, kopmaları, daha da önemlisi farklılaşmaları önleyen bir tesbittir. Bugünse gerek geleneksel üretim biçimlerinin çeşitlenmesi, gerekse buna bağlı mülk edinme alışkanlıklarının değişimi, toplumumuzun hızlı ve bilinçsiz bir tüketim alışkanlığına itildiğini gösteriyor. Hatta bu durum eşzamanlı olarak kırsal ilişkiler üzerinde de etkili oluyor ve mülkiyet kavramına en yatkın olan bu bölgelerde de neredeyse tüm geleneklerin yolunu şaşırtıyor.
Tam da bu noktada olayları Tarsus’a yönlendirdiğimizde, tüm yaşananların aynı şekilde karmaşık hele geldiğini görüyoruz. Hatta buradaki eriyiş, köklü kültüre ve tarihe rağmen çelişkili bir takım artı sorunlar eklemekten geri durmamış, insanların bilime ve doğaya hasım oluşunu engeleyememiştir. Çünkü Tarsus’taki sorunlar sadece insani dengelerde gerçekleşen köklü değişimlerden çok, zaman ve mekan içinde adım adım ilerleyen bir yok oluş sürecine dayanıyor. Üstelik bu süreç özellikle teknolojik gelişmeyle çevre değişimlerinin ayrımına varılamadığı dönemlerde daha hızlı işlemiş ve kent hızla boşaltılarak, yerini daha zayıf alt kültürün değerlerine bırakmış. 
Hüseyin Adıbelli

......................................


Tarsus’ta Turizm Kalkınma Programı 


Ülke genelinde en hızlı gelişen sektörlerden birinin de turizm olduğunu biliyoruz... Üstelik son on yıl içerisinde yürütülen olumlu çabalarla Türkiye’yi uluslararası pazarda önemli bir noktaya getirdiği ortadadır. Buna karşın aktif turizmin ülke geneline aynı oranda yansımaması, zaman zaman rahatsız edici boyutlara ulaşmaktadır. Tarsus gibi turizmin aradığı kaynaklara sahip yörelerin altyapı sorunlarına, planlı yatırımlara ve doğal kaynaklara yetirince önem vermediğinden bu alanda çok az pay aldıkları ya da hiç alamadıkları görülmektedir.
Ancak turizmin aradığı tüm özellikleri barındıran Tarsus’ta da turizm adına hiçbir adım atılmaması düşündürücü ve üzücü gelmektedir. Bunca potansiyele rağmen turizm adına küçücük bir bilincin kıvılcımları bile oluşmamıştır. Berdan Tarih ve Kültür Varlıklarını Koruma Vakfı olarak zaten temel amaçlarımız arasında mahalli değerlerin bir an önce ortaya çıkarılması ve rasyonel değerlendirilmesi bulunmaktadır. Bu doğrultuda 1996 yılından bu yana sponsorluğunu yürüttüğümüz Tarsus Cumhuriyet Alanı ve St. Paul Kuyusu Kazılarının olumlu sonuçları haklılığımızı ortaya koymaktadır.
Tüm bunlardan yola çıkarak Tarsus’ta ilk kez turizm bilincinin oluşması yönünde detaylı bir proje başlatılmasını gerekli görüyoruz. Vakfımız böyle bir çalışmanın öncesinde konunun aciliyetini de göz önüne alarak, bir yandan Tarsus turizminin sorunlarını ve önerileri ele alan, diğer yandan turizm konusunda halkımızı bilgilendiren bir master program için gerekli süreci tamamlamak üzeredir. Bu program içerisinde St. Paul Kuyusunda yapılan bir anket özellikle dikkat çekmektedir; 32 rehbere yöneltilen soruların istatistik değerlendirilmesiyle elde edilen bilgiler, Tarsus’ta şimdiye dek yüzeysel kalmış birçok sorun açısından önemlidir. Bu sonuçlardan hareketle yakında konuyla ilgili detaylı bir çalışmanın ürünlerini ortaya koyacağız.
Hüseyin Adıbelli

.................................


TARSUS; YİTİRİLMİŞ, YİTİRİLEN VE YİTİRİLMEKTE OLAN KENT KİMLİĞİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME…                                         
                                                                                                                                                                                   

Aslında çok değil, bundan otuz yıl öncesinde şehirler birbirine pek benzemezdi. Eskilerin ahir zaman dediği bozulma, geç kalışın telaşıyla 1980 sonrası aniden şehirlerin kapısını çaldı. Elbette, aralarında hemen kapıyı açan da, tedbirli davranıp veya çeşitli sebeplerle açmakta geciken de oldu. Fakat eski yeni çoğu yerleşim yerinin birbirine ikizi kadar benzemesi fazla zaman almadı. Oysa bu kırılmadan önce bir kenti yekdiğerinden ayırt eden temel özelliklerin başında kentin karakteristik mekânları ve o mekânları oluşturan kent halkı geliyordu. Aynı zamanda nevrotik duygulara açık olan Tarsus’un kimliğine ve ruhuna sahip olanlar da dış görünüşünden, giyim kuşamından veyahut şivesinden ayırt edilebilecek kadar şehirleri yüzlerine ve seslerine yansımıştı. Antik Çağ’da Kapadokya’da dolaşan bir gezginin Tarsusluyu konuşmasından ayırt ettiğini söylemesi hem çok eski hem de yerinde güzel bir örnektir.
Dolayısıyla bir şehrin ruhu da dili de halkıdır. Öte yandan kentlerin insanlarla var edilip yine insanla yok edilmesinin altından amansız bir girdap çıkar. Koruyucular ve dönüştürücüler arasındaki bu karşıtlık dengedeyken sorun yok, fakat kentin maddi ve manevi ilkeleri arasındaki dengeyi kendi çıkarları adına değiştirmeye kalkanlar daha azimli olunca hem kent hem de kentli bozulmaya başlıyor. İnsanoğlunun düşünce ve üretim biçimiyle yaşadığı mekân arasında güçlü bir bağ olduğuna göre Tarsus’taki eskiye benzeme ya da benzememe durumu da doğrudan Tarsusluların aldığı pozisyonlarla ilişkili olacaktır.
Bir bakıma hepimiz büyüdüğünü zannederken özgün kimliğini kaybeden, dahası içinde bizden artık çok az şeyin kaldığı kentlerimize küskünüz. Küresel kriterler birbiri ardına yerine geldikçe kentlerimizin yeni kimliğe, yeni şekillere bürünmesine, daha doğrusu artık başkalarına ait kimlikler taşımasına tepkiliyiz. Görünen o ki hızlı değişimler sırasında bunu bazen şiddet ve nefret göstererek, bazen yabancılaşarak, bazen de geleneklere ve estetik anlayışa ihanet ederek yapıyoruz. Böylece bulunduğumuz ortamın cazibesine kapılıp gelen göçmenleri içimizde eritecek sihri fark etmeden kaybediyoruz. Tarsus’un kent otoritesinin 20. yüzyıl ortalarından itibaren yoğun yaşanan göçleri depolamaktan başka bir varlık gösterememesi, özellikle 80’li yıllarda söz konusu nüfusu sözüm ona politika yapmak adına süistimal edilmesini görmezden gelmesi, beceriksizlikler bir yana, sihirli formülün eksikliğinin yaşanmış gerçekleridir. İki büyük kentin Tarsus üzerindeki yarattığı ekonomik ve kültürel baskı da buna eklenince değişim sürecinde yaşanan kentsel yoksulluğun ve karşısında zayıflamış kimliğin Tarsus’u ayakta tutması zor olmuştur. Bu açıdan normal düzlemde gelişmekten çok sürünerek ve sürüklenerek bir değişim içinde olduğunu ifade etmek Tarsus için ağır ve acımasız bir diyalektik ortaya koyacaktır.
Değişim ya da Kalabalıklaşırken Yitirilen Kent Kimliği
Tarsus’un kent kimliği deyince tarihin ve doğanın bu kente bıraktığı kuşkusuz en nitelikli mirastan söz edilecektir. Tarsus’un neredeyse hiç kesintiye uğramamış yerleşim sürekliliğin sırlarını ve ayırt edici unsurlarını taşıyan bu güçlü hafıza aynı zamanda kente yeniden hayat verecek kodları taşıyor. Fakat şu da var ki; bu kent Anadolu’daki pek çok kent gibi antik imgesini çok gerilerde bırakmıştır: Bizans döneminde katı sadeliğin üzerine kurulmuş toprağa dayalı castrumlarından köye dönüşmüş sosyal karakterin belki Harun Reşit ile birlikte çok farklı bir şekilde tekrar tesis edildiğini söyleyebiliriz. Bu yüzden Tarsus’un o günkü yapılanmayla bir İslam şehrinin fizyonomik yapısına bürünmüş, belki antik dönemden çok daha doğulu düşünce ve yaşayış biçimine sahip olmuştur. Tarsus’un bugünkü kent kimliğine yönelik algımız ise çok gerilere gitmeden, erken sanayileşme dönemini de içine alan 19. yy. sonrası ile sınırlı kalmaktadır.
Öte yandan bir kentin kimliği uzun zaman içerisinde ve daha çok bir ideal çevresinde şekillenmektedir. Elbette ki bu idealler yine o kentte yaşayanlar tarafından anlamlı hale getiriliyor. Kentlileşebilme açısından bu kritik durumda kimlik, mekân ve insan ilişkisi daima ön plana çıkıyor. Örneğin Roma döneminde Donuktaş’ı inşa eden Tarsuslular neredeyse iki yüz yıl biraz olsun Helen unsurlardan sıyrılıp Romalı gibi yaşamanın ve düşünmenin sonunda kendi çizgilerinde kutsal bir mekân tasarladılar. Kentlilerin bu mekânla kurduğu ilişkiyi bugün tam olarak anlayamasak da kent kimliği içindeki inanç kültürü değişene kadar korunmuş olmalılar. Sonraki dönemlerde mezarlık veya çırçır fabrikası olarak kullanılmış olması ise mekânla kentliyi amacı dışına itmiş, bu sefer kent-mekân ilişkisi kişisel menfaatler veya bir topluluğun ayrıcalıklarına indirgenmiştir. Aynı şekilde Kırkkaşık imareti de Selçuklu çağının İslam döneminde kentle kurduğu bir başka bağdır. İsmini etrafındaki kaşık motiflerinden aldığı ifade edilse de aslında Selçuklu kültürünün Türklük hafızasına ait kırk lokma kırk kaşık geleneğinin aşocağı olarak yansımasıdır.
Dolayısıyla uzun süre birlikte yaşayan insanların yarattıkları ortak ifade tarzı sosyal ilişkilere yansıdığı gibi çevrelerini şekillendiren etkinliği de dönüşebilmektedir. Kimliksiz olarak kentin içinde rahatlıkla dolaşılırken, bir kimlik edinmek istendiğinde komşuluk ilişkilerine, diğer kentlilere, çevreye, tarihe, kültürel değerlere saygı göstermek, bir arada yaşamanın gereklerini ve de kente ait ideallerini korumak, hatta daha da geliştirmek gibi temel ilkeleri yerine getirmek gerekiyor. Elbette söz konusu olan bu kavramlar bir günde devlet dairelerinin kentlilik masalarından alınmıyor ya da kısa bir süre içersinde sosyal ilişkiler ağına eklemlenmiyor. Örneğin Tarsus’ta ortak bir yaşam alanı ve ortak hafıza oluşturmuş yayla kültüründe göç zamanı yaklaşırken ortaya çıkan telaşı Tarsus’ta yirmi yıldır yaşayan bir yabancının fark etmemesi normaldir. Yine aynı şekilde “parkta dolaşmak” veya “şellaleye gitmek” deyimleri Tarsusluların içinde derin anlamlara gebeyken, yabancılar ve yabancılaşanlar için yeşil bir alanda dolaşmaktan başka bir değeri olmayacaktır. Sadece “Havuz Başı” dendiğinde bile peşi sıra gelecek sözlü anlatılar, kentin o dönemdeki usul ve erkânından eşrafına, hatta yeme içme kültürüne kadar eskinin teklifsiz yaşanmış ortak paylaşımlarının Tarsusi hissiyatıyla dolu olacaktır.
Tarsus’un Geleceği ve Tarsus-Kazanlı Turizm Alanı
Tüm bunlara rağmen diğer taraftan Tarsus’ta insan artışı ve genişleme hep devam edecektir. Kaldı ki belediyeler tarafından bu kalabalıklaşma kentleşme olarak tanımlanacak, ne nüfus hareketinin kaynağı, ne ekonomik, ne de toplumsal değişimler dikkate alınmadan sözde önlemler tasarlanacak, planlanan alanlara binalar dikelecek ve insanlar içine doldurulacaktır. Oysa üretim şekilleri veya ekonomik değerler kentlerin kuruluşunda ne kadar önemliyse yine aynı kriterler sonraki kentleşme sürecinde ve kentin yok oluşunda yine iç içedir. Bu yüzden kentte yaşayan insanların kolektif kimliklerini, rollerini, hedeflerini ve önceliklerini tanımlamak gerekiyor. Kaldı ki geçmişte de Tarsus sürekli üreten bir şehirdir ve pek çok Doğu kenti gibi her dönemde kozmopolit ve kalabalıktır. Geniş ve gelişmiş yapılar topluluğu oluşturmasının ötesinde kent olarak mutlaka iktisadi yapıya ve düzenleyici, kontrol edici kurumlardan oluşan bir mekanizmaya sahiptir. Özellikle transit geçişlerin yanında yerleşik tüccarlar tarafından bu malların değiş-tokuş edilmiş olması akla gelmelidir. Hatta Gülek Geçidi sayesinde Torosların arkasındaki iç bölgeleri de kapsayan geniş bir hinterlandın sadece politik ve idari şehri değil, ticaret şehri ve büyük bir pazar yeri olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu noktada asırlardır varlığını sürdürmüş üretim ve ticaret kültürü yaratılmıştır. Fakat yeni yüzyıl başına ait veriler binlerce yıllık bu üretim kültüründen yavaş yavaş uzaklaşıldığını ve farklı alanlara kaymakta olduğunu gösteriyor. Başkaları tarafından planlanıyor olsa bile, ekonomik çeşitliği başta turizm üzerinden gelişecek hizmet kültürüyle genişletme çabası bunun bir parçası ve bu çalışmalar Tarsus’ta şimdilik büyük bir heyecan yaratmış görünüyor.  
Fakat Tarsus Kazanlı kıyı alanının toplumun geniş kesimlerinin yaşam mekanından çok rant ekonomisinin bir parçası olarak şekillendirileceğini unutmamak gerek. Yani bu düzen içerisinde bir talanla karşılaşılmaması neredeyse olanaksız gibidir. Bir anlık gaflet anında bile Tarsus’un kaybettikleri kazandıklarından çok olabilecektir. Türkiye'nin ayrıcalıklı planlama yetkileriyle biçimlendirilen kıyı turizm alanları, burada olduğu gibi, merkezi bir devlet kurumu olarak Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yaşama geçirirken siyasi önceliklerden ve rant üretecek koşullardan arındırılması zordur. Zira kıyı bölgesinin hemen gerisinde tarımsal üretimden veya kentlerdeki güçsüz kesimlerin kullanımından koparılan topraklar turizm temelli bir gelişme için rantı yüksek mekânlar olarak yeniden inşa edilecektir. Buda bu bölgelerdeki yüzlerce hektar alanda Tarsus’un yoğun göç alan ve nüfusunun en yoksul bölümünü barındıran varoşların gelir kaynağının yok edilmesi, belki asırlardır resmi ya da gayri resmi yoldan sağlanan işgücü kullanımının daralması demektir. Dolayısıyla “ya hep ya da hiç” düsturuyla insanlar ya hiç bir şey yapmamak veya böl­gede yaşanacak her kıpırtıya alkış tutmak için kurgulanıyor. Diğer yandan, bu gelişmenin yerel halkın refahı ve üretkenli­ğine ne ölçüde katkıda bulunacağı son derece tartışmalıdır. Çoğunlukla denetlenmeyen ve düzenlenmeyen bu türlü gelişmelerin özellikle kıyı yerleşmelerimizde toprağa dayalı rantların kısa sürede el değiştirmesine yönelik bir kültürü ya da alışkanlığı özendirdiğini biliyoruz. Geçmişte Akdeniz ve Ege bölgesindeki gibi bir sonraki aşamayı yerel halkın mülksüzleşmesi olarak yaşamamak çok güç olacaktır. Şayet bu durum engellenirse ileride zaten istatistik tarihinde yerini alacak ve mutlaka Tarsuslular tarafından mucizelerin en büyüğü olarak kabul edilecektir.
Sonuç
Buraya kadar söylemek istediğimiz, Tarsus’un günlük hayatında kullandığı ürünlere kadar yansımış olağanüstü güzelliğinin bir anlık isteklere ve gaflet anına değişilmemesi gerektiğidir. Elbette sosyo-ekonomik ve çağdaş anlamda gelişme reddedilemez. Bir kentte yeni bir yapının inşa edilmesi ya da o kentte var olan bir yapının ortadan kaldırılması mutlaka kentin özgün kimliğini etkileyecektir. Eğer yapılanlar kültürel kimliğin sürekliliğini, kentin estetik niteliklerini bozmuyor ve ona sağlıklı bir çevre sunuluyorsa bu türlü değişimlere zaten kimsenin itirazı olamaz.  Öte yandan şunun altını çizmekte bir kez daha fayda var; Tarsus için yapılacak her şeyde kentlinin kendi ifadesini katması çok önemlidir. Dışarıdan gelecek etki ve dayatmalar bu kentin sonu demektir! Bunun içinde yeni yapıtları ve yaratımları teşvik etmek, dahası zengin görsel verileri kaybetmemek gerekiyor. Oysa bugün politik ve ekonomik güçler var olanı da götürmek üzere anlaşmış gibiler. Pek yakında Mersin’in Tarsus’a bağlanması, merkez ilçe veya bir semt adı olması gündeme getirilecektir. İşte bu durum, nice nüfus aşılarına, kolonizasyonlara, göçlere, sürgün edilmelere, büyük depremlere ve sel baskınlarına rağmen yapılarını, inançlarını, kült bağlarını her defasında büyük bir azimle yeniden tesis etmiş kadim Tarsus’un yaratma inancının, inatçılığının ve yaşam kavgasının sonu demektir!

Hüseyin Adıbelli
Aratos Dergisi, S. 47. syf; 12-16. 2011.                                            

.........................................................
Tarsus Defterimden Kısa ve Marjinal Okumalar:

TARSUS’TA GÖÇLER ve DEĞİŞEN DEMOGRAFİK YAPIYLA OLUŞAN YENİ YAŞAM KÜLTÜRÜ


Çok değil, bundan yirmi sene öncesine kadar neredeyse çocukların bile dilinden düşürmediği göç krizi ve yan etkileri ülkenin hayati meselesi mertebesinde ilgi görürdü. Bu gerekli gereksiz lakırdılar sayesinde toplumda göçmenlik kompleksten çok refleks olmuştu! Konusu açıldığında altı aylık göçmen bile konuşmaya katılıp herkesle birlikte o da göçlerden şikâyet ederdi. Dünya ölçeğindeki kalıplara sığmayan veyahut dönemin usta sosyal bilimcilerin o kalıplara sığdırmaya pek çalışmadığı, bu yüzden de herkesin yeni ölçekler geliştirilmeye özen gösterdiği göç meselesi dolayısıyla her yörenin kendi sığasında, kendi havzasında ve de kendi serbest salınımlarında irdelenmeye çalışılırdı. Birçok yapısal bozukluklara sebep olan bu yatay hareketlilik meselesi Tarsus’un da başını sık sık ağrıtan migren illeti gibiydi. Hatırlarım; 1993 yılında her gün eski otogarın önünden geçerken yataklı yorganlı yolcuları görür, görmediğimde ise hep yoldan ya da araçlardan kaynaklanan bir gecikme olduğunu düşünürdüm. Küçücük otogara rutin girişlerin yapılamamasını başka sebeple açıklamak o günler için aklımın ucundan geçmezdi. Ardı arkası kesilmeyen otobüsler Adana’dan Mersin’e geçerken yolcularının en az üçte birini Tarsus’a boşaltırlardı. Fakat işin rengi biraz olsun 1996 yılında değişmeye başladı. Köyden kente ya da kentten kente gerçekleşen o kesif akın sanki hafiflemişti. Nedense bunda birazda yerel yönetimin etkisinin olduğunu düşünmüşümdür. Zira kent merkezinin hemen hemen her tarafını saran, en fazla ayakkabı sesinin duyulduğu kaldırım üstlerinin değişmez simaları birkaç yılda ortalıktan kaybolmuş, Tarsus’un sokakları biraz olsun yürünür, binaların alt kısımları tam manasıyla görünür olmuştu.
Elbette Tarsus’ta göç dendiğinde de hemen akla tarım geliyor. Kaldı ki bir yerleşim yerinin sanayi dönemi öncesi ekonomisi tarımla iç içe geçmiş haldedir ve nüfusa paralel iniş çıkışlar sergiler. Dolayısıyla 19. yy’da Tarsus, küçük üreticiye dayalı kasaba ekonomisinden bir anda uluslararası pazara yönelik tarım sistemine geçerek farklı bir tipoloji ortaya koymuştur. Nüfus topyekûn bir dönüşüme tabi olmasa da farklı bölgelerden gelenler bir etnik bileşim yaratarak günümüze kadar taşımışlardır. Öteden beri Tarsus ekseninde yaşanmış bu yoğun göç sürecine genel algıdan biraz kayarak ekonomik tarihin penceresinden bakmak ya da antropolojik fotoğrafını çekmek bize düşer mi bilmiyorum. Ama Türkiye’de göç olayının genelde 1950 sonrası için ele alınmasına rağmen Tarsus’ta çok öncelere dayanan bir hareket olduğunu sık sık ifade etmiş biri olarak konunun alternatif okumalara müsait olduğunun altı bir kez daha çizilmeli derim. Bu biraz da zorunluluk olarak algılanabilir; zira elimizde bir kısım tarihsel belgeler ve istatistikler mevcutken toplumsal tarihçilerin kaleminden çıkmış alan araştırması, anket ya da birebir görüşme, katılımlı gözlem gibi veri toplama yöntemlerinin bulunmadığı veya yeterli olmadığı açık. Bu doğrultuda konuya ilişkin literatürle birlikte bu dönem Adana ve Tarsus’un bağlı bulunduğu Halep Vilayet Salnameleri, Tarsus Şeriye Sicilleri, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşiv Belgeleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivi ya da Temettuât Defterleri gibi belirli kaynakların yanı sıra on 19. yy’da bölgeyi ziyaret etmiş gezginler, konsolosluk raporları ile Osmanlı Șark Ticaret yıllıkları bir araya getirilince döneme ışık tutmak bir yere kadar mümkün olabilmektedir. Fakat tüm bu belgelere rağmen Tarsus Ticaret Odası veyahut Tarsus Belediyesi gibi dönem için önemli kurumların ilk kuruluş tarihini belgeleyememek de söz konusu enformasyonunun her zaman yeterli olmadığını gösteriyor. Zaten 19. yy. için emirnameler, izinnameler, ticari kayıt ve davalar gibi dönemin birinci el tarihi vesikalarının yol göstericiliğinin doyurucu olmadığı, hatta eksik ve kayıp kadı defterlerinin çoğu yeri karanlıkta bıraktığı tarihçiler tarafından da ifade edilmektedir. Dolayısıyla bunların dışında her halükarda diğer pencerelerden bakmanın gerekliliğini göz önüne alarak özellikle 1950 sonrası yaşanan göçleri tüm yönleriyle ortaya koyacak çabalara; sosyolog ve antropologlarla sıkı bir işbirliği yapmaya ve saha çalışması için aktif bir ekip oluşturmaya ihtiyaç olduğu açıktır. Ayrıca konu hakkında batıl fikirleri sahip değilim ve yazıklarımın eleştiriye açık olduğunu da söylemeliyim. Tüm bu olumsuzluklara karşın beni cezbeden bilgilerle birlikte Tarsus’ta on beş yıl göçmen olarak yaşarken edindiğim gözlemleri harmanlayarak aktarmadan da edemedim.



Buradan sonra konuyu kantitatif verilere dayanmadan ve fazla bilimsel temele yığmadan en basit yoldan, yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Tanzimat sonrası gerek hukuki gerekse siyasi haklara dayalı serbestîden itibaren ele almak tercihim olacak. Çünkü bu dönemin peşi sıra yaşananlar bugünkü Tarsus potası içende erimiş pek çok niteliği barındırıyor. Bilhassa toprak mülkiyetinin Batı hukukuna yakın hükümler içerdiği, özellikle spekülasyona sebep olan timar sisteminin kaldırılması ve toprak tasarruf sistemine yepyeni bir anlayışın getirilmesi vardır. Gündem dahilinde hem içeride yaşanan gelişmeler, hem de göçlerle dışarıdan gelen etkiler sayesinde Tarsus’un antik temelli kültürün yapıtaşlarını yerinden oynamaya başlamıştır. İçte ve dışta çeşitli etkenlere bağlı olarak tarımın ihracata dönük yapı kazanmasıyla birlikte bundan yerli halk da etkilenmiş, ister istemez idari sistemde, yaşam standartlarında, tüketim taleplerinde, mekânların düzenlenmesi veya yenilenmesinde, hatta mülk değişimlerinde kendini göstermiştir. Elbette bir yılda alafranga kültürün yaşanmaya başladığı ve büyük bir kısmı bugüne taşınan yaşam biçiminin tamamen sanayileşmenin yahut tarımda modernleşmenin bir sonucu olduğu iddiasında bulunmak mümkün değildir. Fakat yine de sosyal mühendisliğin aradığı donelerin Tarsus’un bu göç devirlerinin içinde saklı olduğunu da unutmamak gerekir. Mesela ilişki silsilesi içinde 19. yy’a kadar Tarsus’u idare eden ulema ve eşrafın yerini gayri iktisadi gücü üreten ve kontrol edenlere bırakması kuşkusuz dönüşmüş veya dönüşmekte olan yapının zorunlu ve olumlu bir tepkimesidir. Hatta şehrin özgürlüklerinin arttığı veyahut çeşitlendiği bu dönemde entelektüel sınıfın ortaya çıkışı söz konusudur.  Hatta ve hatta kadının belki de ilk defa tarlaların dışında kentteki iş hayatının içinde görülmesine yine bu yıllar şahitlik etmiştir.  
Öte yandan 1500-1830 yılları arasında Tarsus’un demografisine paralel sosyo-ekonomik yapısı pek fazla değişmemiş, özellikle en yoğun uğraşı olan tarım dededen kalma usullerle yapılmaya devam etmiştir. Ancak bu yapıyı temelden değiştiren etkenlerin en başında bölgede 1832-1840 yılları arasındaki hüküm süren İbrahim Paşa gelmektedir. Babası Mehmet Ali Paşanın Mısır’da yaptığı reformların Çukurova’da tekrarlandığı bu süreçte özellikle tarımsal üretimin şekli ve çeşitleri köklü değişime uğramıştır. Kıbrıs’tan kaliteli buğday, Mısır’dan ise pamukla birlikte arpa tohumu getirilmesi yanında makineleşme çabaları ve sulama sistemlerinin ıslah edilmesi veya yeni kanalların yapılması büyük bir işgücünün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hatta 18. yüzyılda ağırlık kazanan büyük toprak sahibi eşrafın, ayanların veya kırda ağaların düzeninin geçerli olduğu işçi ve çalışma hayatı yeniden düzenlenmiş ve çalışanlar için cazip hale gelmiştir. Osmanlının tekrar Çukurova’ya hâkim olmasıyla bu değişim kesintiye uğramış gibi görünse de, 1860-1880 yılları arasında dünya ekonomisinin ihtiyaç duyduğu ham maddelerin Çukurova’dan sağlanması sırasında İbrahim Paşanın kaliteli üretim anlayışı etkili olmuş ve böylece süreç devam etmiştir. Yine aynı yıllar içinde 1838 yılında Balta Limanı Antlaşması ile malın üretildiği bölgede tüketilme zorunluluğunun kaldırılması ve her türlü ürünün yabancı tüccarlara satışının serbest bırakılması unutulmamalıdır. Bununla birlikte Amerikan İç Savaşı ve 1865’teki mecburî iskân durumu Çukurova'nın dünya ticaretindeki payının artmasını sağlayan diğer etkenlerdir. Tabi üretimin taşınması teknolojisinin değişmesi; Mersin limanının ve Adana-Mersin demiryolunun inşası (1883-1886) bölge tarihinin dönüm noktasıdır. Ürünün uluslararası pazarlara daha da kolay ve güvenli nakledilmesi yanında iş gücünün mobilite olmasıyla özellikle tren yolunun geçtiği Tarsus gibi yerleşim yerleri daha fazla nüfus çekmiş ve daha hızla gelişim göstermiştir.
Bu noktada göçle birlikte gelenlerin nasıl ve ne şartlarda geldiklerini bilemiyoruz. Sadece erkekler mi yoksa bütün bir aile olarak mı geldikleri konusunda bilgiler yetersiz olsa da bildiklerimiz arasında Tarsus’ta 19. yy’dan önce küçük çaplı gerçekleşmiş göçlerin artık hem farklı niteliğe bürünmüş, hem de sayıca artış göstermiş olmasıdır. Yıllarca belli dönemlerde çapaya gelenler artık limanlarda ya da istasyonlarda hamal, rençper, hizmetkâr, çırçır işçisi, deveci, hatta dokuma sektöründe kalifiye eleman olarak çalışmaktadır. Mevsim sonunda açılmayan kozaları hanelerine götürüp ayıklama işi bile başlı başına bir sektör olarak hayli insana kazanç sağlamaktadır. Bu insanların pek çoğu 16 ve 17. yüzyılda Çukurova’nın ihtiyaç duyduğu mevsimlik işçilerin başta Diyarbakır ya da Harput bölgelerinden getirilmesi ve mevsim sonunda geri götürülmesi için oluşturulmuş teşviklerle bölgeye yerleşmeleri engellenirken, bundan böyle artık iş mevsiminde ya kendiliklerinden ya da aracılar sayesinde getirilir olmuştur. Göçmenlerin daha önceki gidiş gelişlerinde yaşadıkları tecrübeler ve kişisel ilişkiler ise Tanzimat'ın yarattığı serbestlikte bildik ve aşina yerlerin cazibesi ile Tarsus’un da içinde bulunduğu Çukurova’yı tercih etmede önemli rol oynamış gibi görünmektedir. Yine İbrahim Paşa aracılığıyla Mısır, Suriye, Lübnan’dan getirilen işçiler yeni bir üretim veya yeni bir yaşam biçimi oluşturma yönünde şehirde bir ağırlık meydana getirmiştir. Toprağa bağlı anlamında “Fellah” denilen bu grupların yanında Kapadokya’dan göç eden Hıristiyan ve Müslüman Osmanlı vatandaşlarının dilleriyle ve inançlarıyla farklı bir yaşam kültürünü taşımaları bir yandan kapitalist üretim yapmaya başlayan kenttin performansını artırırken, diğer yandan da demografik yapısını kökten değiştirmiştir. Hatta isyan olaylarının ardından yıllardır sorun olarak görülen konargöçerlerin tarla ve fidan verilerek ovaya yerleştirilmeleri (Fırka-ı İslahiye), bölgede işgücü açığının giderilmesine büyük katkı sağladığı gibi şehrin kültürüne önemli bir ekleme yapmıştır. Bu aynı zamanda Tarsus’u özellikle yaz aylarında yaşanmaz olarak niteleyen, kışlak olarak ancak kuzeyinde tepelere kadar gelen göçerlerin 20. yy.’ın sonlarına doğru kentin hâkim kültürü olma yolunda ilerlemelerinde ilk adımlar olacaktır.         
Hüseyin Adıbelli
Aratos Dergisi, S. 52. syf; 12-16. 2012.


----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------