Tarsus Delikanlıları

TARSUS DELİKANLILARI

Artık insanını sıkmaya başlayan kentlerin her gününü biraz daha güzel yaşamak adına eskisinden çok fazla çaba sarf ediyoruz....! Ancak bu arayışta çoğu zaman yanıbaşımızdaki güzellikleri fark edemiyor, kalabalıkların içinde kaybolan nicesini  heba ediyoruz. Özellikle bir manevi güzellik var ki, gök kubbede bir hoş seda misali her geçen gün sesleri kaybolup gidiyor. Ahmet Alkan’ın deyimiyle aşinalıkların giderek tükendiği, ananelerin çözüldüğü, şehir değerlerinin fersudeleştiği, gittikçe üzerlerine kapanan ve küçülen dünyalarında hatıralardan ve geçmişten başka kendilerini mutlu hissedebilecekleri yer kalmadığını kahırla fark eden bu güzellik kentin yerlilerinden başkası değil. Büyüyen ekonominin, değişen sosyal yapının ve durmadan artan nüfusun etkisiyle kalabalıklar arasında kaybolup giden geçmişin delikanlıları yani... Ya da kendi deyimleriyle zamanın yüreğini aheste bir usulle işleten mazinin varlığını bile tartışan, hatta şüpheli bir vehim haline getiren eski topraklar...
Kısaca; Tarsus’un geçmişteki gibi bugün de gerçek sahibi olan anadan doğma kentliler. Biz onları şalgamı tahta fıçılarda içen, humusun dibeklerde dövüldüğünü gören, her geçen gün yine bizim iznimizle hayatımızdan çıkan geleneksel Tarsus evlerini ve parke döşeli sokakları doldurup keyfini çıkaran nesil olarak hatırlıyoruz. Oysa bugünkü kaymakamlık binasının karşısındaki boşluğa bakınca hâlâ iki katlı Halk Evini gören, dahası ısrarla o ahşap binanın içindeki ruhu ve sıcaklığı taşıyanlar olarak tarihe düşülecekler...


Geriye baktığımızda bu insanların hepsi aklıyla ve zevkiyle oluşturduğu emsalsiz Tarsus denen değirmenin bir parçasıydı: Kimi Beyaz Kum plajında caka satan toprak ağasının oğlu, kimi Ecevit şapkasıyla yollarını arşınlayan kolej mezunu bir mühendis, kimi de siptilli pazarında şalvarıyla sebze satan ya da bedestenlerde kapalı ekonomiye katkı sağlayan birer esnaftı. Yazın yaşlılardan ve çocuklardan yoksun sokakları, kışın çevre tacir ve ziyaretcileriyle dolu bir kentin sakinleriydi. Sayısız han ve hamamın olduğu bu kentin gençleri, küçücük dükkanlarından ibaret dünyalarından çıkıp, sadece kendileri için sakladıkları pazar gününü Tarsus parkında dolaşabilmenin ya da sinemaların kadife koltuklarına oturabilmek için üç beş kuruş denkleştirmenin çabasına düşerken, Şar sinemasının boşluğundaki Esrarcı Ali Emmi’nin kışın siptilli kebabının, yazın leymonlu dondurmasının doyumsuz lezzetini tadarak mutlu olabilecek kadar geniş gönüllüydü. Yaşı ilerleyenlerse Löplöp Suphi’nin kuru fasülye ve pilavına kaşık sallamış muzip müşterisi olmaktan çok komplimanlardan ve bugünkü komplekslerden uzak bir toplumun fertleriydi.


Eğer Tarsus’un tenha bir yerinde gördüğünüz eski bir toprağa o günleri sorarsanız duraksamadan anlatacaktır bunları! Hele de Löplöp Suphi’yi... Sözlerine o meşhur dükkana delikanlı fikirleri daha da dellendirmeye gittiklerini, her ne hikmetse Ustayı görünce bunların birden dükkanın dört tarafına dağılıverdiğini itiraf etmekle başlayacaktır. Hatta bir sabah dükkanın kapısına bir hinlik düşünecek kadar katmerlendiklerini ve rahmetlinin darabayı kaldırmanın hayaliyle dükkanına yaklaşınca, kapının önüne bir duvarın örüldüğünü anlamayacak kadar uyku mahmuru olduğunu dün olmuş gibi ayrıntılandıracaktır. Sonra kendisine gelen Suphi’nin ağzından, sanki kendine söylenmemiş gibi, gün görmemiş küfürler dökülecektir. Bunları sıkılmadan dinlerseniz de, arkası gelecektir. Ara sıra Tarsûsi kahvesinden bir yudum alan bu yaşlı aktör, başrolde oynadığı filmine yapışmışken yeniden koparmanıza izin vermeyecektir. Siyah beyaz kareleri sürdükçe de mutlaka hızını alamayıp yine o günlerin çevikliğiyle Rabbah’ı arayan grubun içine atacaktır kendini. Şayet geçerli bir mazeretle orada bulunamamışsa sonradan ahaliye katılan yada gösteriyi kaçırmamak için arastada görünmeyen Rabah’ı ispiyonlayan esnafın arasından çıkacaktır. Belki de Suphi’ye yapılanların üzerine tuz biber olsun diye Rabbah’ın Sofulardaki barakadan bozma evini taşlıyanları az ötede, Saray sinemasının kapısından seyre dalan sözde masum şahitlerden biri olacaktır.

Ama bunları dinlerken esnafın sadece sulu şakalar ürettiğini sanmayın. Hepsinin laklaktan daha hünerleri oldukları, sonradan çıraklarının her dem anacakları birer meslekleri vardır. Tarsus Ali Baykal’ı, Hüsnü Erdem’i, Osman Hayri’yi, Abdurrahman Öz’ü, Anjel Rosa’yı, Kebabcı Hasan’ı, Bokubozuk Ahmet Ağayı, Reşat Mirici’yi, Adil Dokuyucu’yu, Kamil Bolat’ı, Seher Hanım’ı, Selçuk Togo’yu, Topal Hacı Ahmet’i, Berber Süleyman’ı, Acemoğlu Galib’i ve sayamadığımız daha nice insanı bu yüzden hep hatırlayacaktır. Ama mesleği ya da sosyal statüsü ne olursa olsun bu latif insanlar öncelikle şeceresi belli bir ailenin üyesi ve sayıca bugünkü çekirdek aileden çok üstün topluluğun reisiydi. Askerden hemen önce ya da hemen sonra evlendirilmiş bu Çukurova bıçkınları çoluk çocuğa karışınca birden mazbut bir adama dönüşerek, her akşam elindeki mendile bohçaladığı mevsim meyveleriyle çarşının kalabalığında evinin sükûnetine sığınma gayretiyle yanıp tutuşacaktır. Hatta katı gelenekler onu, her akşam maltız dumanları arasında beliren silueti görülür görülmez aile bireylerinin muma döneceği heybetli biri yapacaktır. Bekârlarsa evlenene kadar, yeri geldiğinde geceleri kumpanyalarda, pavyonlarda ya da meyhanelerde sabahlayan bir hovarda, yeri geldiğinde de her gördüğü yerde kendinden birkaç yaş büyüğüne ceket ilikleyen mazbut biri olarak tanınacaktır. Canlarını sıkan tek şeyse, Tarsusluluğunu ilelebet koruyacak bir havayla yakılan “Birinci” sigarasının tanıdık biri tarafından ziyan edilmesi ya da esaslı bir silleyle fiyakasının bozulması olacaktır.
Hayatın bu kısmı, hele 50 li yılların Adnan Menderes’li günlerinden muhtıraya kadar olan bölümü hızla akıp geçen duru bir sudan çok Amerikan filmi gibidir. Ancak gösterimi ne 70 li yıllardan sonra yerle bir olan Aile, Saray ya da Şar sinemalarındaki galaya yetişecek, ne de afişini Mehmet Bal ya da kalfası Hurşit yapılacaktır. Her karesini sonsuza kadar herkes kendi oynayıp, yine kendi seyredecektir. Ama yine de bu filmde oynamış olan için kısır bir yaşanmışlığı simgeleyecektir. Çünkü Doğululuğun herşeye farklı isabet ettirdiği abartı felsefesi, yıllar boyu Çukurova’da isteklerin ve beklentilerin de kallavisine davetiye çıkardığından, esmer yüzleri sadece pamuktan pamuğa ağartmıştır. Bu yüzden de Tarsus’ta kimse “Gereğinden ne fazla, ne de eksik yaşadım” demeye getiriyor. Belki fazlası Adana’da, Mersin’de ya da askerde eklenmiştir bu renkli yaşama. Sadece Mahallenin kızlarına rüyalarda bile dokunulmadığı, ansızın akıp giden suların Berdan ırmağının soğuk suyuna karıştığı, cumbalardan yarı beline kadar sarkan hurma gözlü güzellerin atılacak kaçamak bir bakışı kaçırmamaya çalıştığı asude yıllar Tarsus’a ait kalacaktır. Gayrısı mı? Gayrısını biz de bilmiyoruz, anlatılırsa dinleyeceğiz.
Hüseyin Adıbelli



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder